|
İMAN |
İman, lügatte, bir şey'e
tereddütsüz inanmak ve kesin olarak, içten ve yürekten bağlanmak
demektir.
Dinî mânâsı ise, Allah'ın
varlığına, birliğine, tereddütsüz inanmak ve Hz.
Muhammed'in (asm) peygamber olduğunu ve bize bildirdiği şeylerin
hepsinin hak ve doğru bulunduğunu, hiçbir şübhe
duymadan kabûl ve tasdik etmektir.
|
İman Kaç Kısma Ayrılır?
|
İman iki kısma ayrılır:
1. İcmalî îman,
2. Tafsilî îman.
|
İcmalî İman Ne Demektir?
|
Peygamberimizin Allah'tan alıp
haber verdiği şeylerin hepsine birden, topluca inanmak
demektir.
Bir kimse, mânâsını
bilerek ve kabûl ederek:
"Lâ ilâhe illâllah Muhammedün
rasûlüllah" dese icmalî olarak îman etmiş olur.
Bu cümleye Kelime-i Tevhid denir.
Mânâsı şudur:
Lâ ilâhe illâllah: Allah'dan başka
hiçbir ilâh ve hakikî ma'bud yoktur. Muhammedün
rasûlüllah: Muhammed
(asm), Allah'ın Rasûlü ve Peygamberidir.
|
Tafsilî İman Neye Denir?
|
Peygamberimizin Allah'tan haber
verdiği şeylerin herbirini delilleriyle bilip inanmaktır.
Diğer bir ifadeyle, dinin zaruriyatını bütün tafsilât
ve teferruâtıyla öğrenip tasdik etmek demektir.
|
Dînin Zaruriyâtı Nedir?
|
Dînin zaruriyâtı, Âmentü'de
yer alan 6 îman esası ile dînin namaz, oruç, hac, zekât gibi
farz kıldığı ibâdetler ve adam öldürmek, içki içmek,
zinâ yapmak gibi haram saydığı fiillerdir.
Bunları, her Müslümanın
teferruâtı ile bilmesi ve inanması şarttır.
|
Âmentü Nedir, Âmentü'de Yer Alan İman Esasları
Nelerdir?
|
Âmentü, her Müslümanın
inanması, kabûl edip tasdik etmesi farz olan îman esaslarından
ibarettir.
Âmentü'de yer alan îman esasları
6'dır ve şunlardır:
1. Allah'a inanmak, 2. Meleklerine
inanmak, 3. Kitablarına inanmak, 4. Peygamberlerine inanmak, 5. Âhiret
gününe, öldükten sonra dirilmeye inanmak, 6. Kadere, hayır ve
şerrin Allah'dan olduğuna inanmak.
Âmentü'nün ifadesi şöyledir:
"Âmentü billâhi ve melâiketihî
ve kütübihî ve rusülihî vel-yevmil-âhiri ve bil-kaderi hayrihî ve
şerrihî minallahi teâlâ vel-ba'sü ba'del-mevt hakkun eşhedü
en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh."
Mânâsı ise şöyledir:
Âmentü billâhi: Ben Allah'ın
varlığına, (bir)liğine, eşi ve benzeri olmadığına,
bütün yüceliklere sahip ve her türlü noksanlardan münezzeh olduğuna
inandım.
Ve melâiketihî: Allah'ın
meleklerine de inandım.
Ve kütübihî: Allah'ın
Kitablarına da inandım.
Ve rusülihî: Allah'ın
Peygamberlerine de inandım.
Ve'l-yevmil-âhiri: Âhiret gününe
de inandım.
Ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî
minallahi teâlâ: Kadere de, bize iyilik ve kötülük, hayır ve
şer olarak görünen her şey'in Allah'ın ilmi, kanunu ve
yaratmasıyla olduğuna da inandım.
Ve'l-ba'sü ba'de'l-mevti: Öldükten
sonra dirilmeye (ve dirileceğime) de bütün kalbimle inandım.
Hepsi hak ve gerçektir.
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah
ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû: Ben şehâdet
ederim ki, Allah'dan başka hiçbir ilâh ve hakikî ma'bud yoktur
ve yine şehadet ederim ki, Hz. Muhammed, Allah'ın kulu ve
peygamberidir.
Bu son cümleye Kelime-i Şehadet,
yani, şehadet cümlesi denir.
|
İman Nasıl Bir Şeydir?
|
İman, kalbi ve vicdanı
ilgilendiren bir haldir. İman esaslarına kalbden inanıp
bağlanan bir kimse, mü'min, yani, îmanlı sayılır.
İmanda asıl olan, kalbin tasdikıdır.
|
İmanı Dil İle Söylemek Lâzım mıdır?
|
Dil ile söylemek imanın
şartı değildir. İnsan dil ile imanını
itiraf etmese bile, kalben inandıktan sonra mü'min sayılır.
Ancak îmanını dili ile söylemeyen bir kimsenin kalbindeki îmanını
biz nasıl bileceğiz? Bu sebeble, dil ile söylemek, kişinin
îmanı hakkında hüküm verebilmek ve öldüğünde
kendisine Müslüman muamelesi yapabilmek için gereklidir. Bunun içindir
ki îmanın rüknü, "kalb ile tasdik, dil ile ikrardır"
denilmiştir. Burada îmanını dili ile söylemek aslî rükün
değil, kişinin îmanı hakkında hüküm verebilmek için
gereken şarttır. Cemaatle namaz kılmak, dinî bir
vecibeyi yerine getirmek de, îmanını dil ile ikrar gibidir,
hattâ ondan daha kuvvetli bir alâmettir. Bu konuda Peygamber Efendimiz
şöyle buyurmuşlardır:
"Sık sık camiye
gittiğini gördüğünüz kimsenin îmanına şehadet
ediniz. Çünkü Allah Teâlâ, 'Allah'ın mescidlerini ancak
Allah'a ve âhiret gününe îman edip namaz kılan ve zekât veren
kimseler îmâr eder" (Tevbe: 18) buyurmaktadır.
Dil ile ikrâr, îmanın temel
şartı olmadığı için, bir zorlama durumunda
veya buna benzer bir mâzeret karşısında kalben değil,
sadece dil ile inancını inkâr etmek, îmana aykırı
söz söylemek dînen câiz olur. Böyle bir duruma mecbur kalan kimse
îmandan çıkmaz, kalben tasdikını koruduğu için de
mü'min sayılır.
Nitekim Asr-ı Saâdette
Ashabdan Ammâr bin Yâsir, mâruz kaldığı ağır
baskı ve işkencelere tahammül edemiyerek imanını
diliyle inkâr etmiş, böylece uğratıldığı
işkencelerden kurtulmuştur.
Rasûlüllah Efendimiz, onun bu
hareketini tasvib etmiş; kalb îman ile dolu iken, zor karşısında
inkârın, bu îmana zarar vermiyeceğini belirtmiştir.
|
Amel ve İbâdetin, İman ile Alâkası Nedir?
|
Amel, insanın inandığı
şeyleri yaşaması, dînin emrettiklerini yerine getirmesi,
yasakladığı şeylerden de kaçınması
demektir. Amelin îman ile yakından alâkası vardır.
İnsan önce bir şey'i benimser, doğruluğuna inanır,
sonra da o inandığı şey'i yaparak yaşar.
Bununla beraber amel, îmanın bir parçası değildir.
Yani, insan dînin emirlerini yerine getirmese ve ibâdetini yapmasa
dahi, îmandan çıkmış olmaz, inancını inkâr
etmiş sayılmaz. Sadece günahkâr olmuş olur.
Ne var ki, amel ve ibâdet,
kalbdeki îmanı kuvvetlendirir, te'sirini artırır, insanı
kemâle ve olgunluğa ulaştırır. İnsanın
inancının gereğini yapmaması ise, imanın insan
davranışları üzerindeki müsbet te'sirinin zamanla
kaybolup zayıflamasına yol açar. İnsan davranışları
üzerinde îmanın te'sirleri zayıfladıkça menfî
duygular, kötü huylar, zararlı arzûlar, günahlar, insanın
his dünyasını kaplar. Bâzan bu hâl, onu küfre, yani, îmanını
kaybetmeye bile götürür.
Çünkü işlenen herbir kötülük
ve günah, dînin emirlerine zıd her bir amel ve hareket, kalbe işleyip
îman nûrunu lekeler ve siyahlandırır.
Peygamber Efendimiz bu duruma,
şu ifadeleriyle işaret buyurmuşlardır:
"Bir günah işliyen
kimsenin kalbinde, siyah bir leke hâsıl olur."
Günahlar tekrarlandıkça
kalbdeki siyahlık artar, îmanın *ûru gitgide zayıflamaya
yüz tutar. Bu hâl, kalbin bütünüyle kararıp katılaşmasına,
îman *ûrunun tamamen sönüp kaybolmasına kadar devam eder.
Bunun içindir ki, "Her bir günah
içinde küfre gidecek bir yol var" denilmiştir.
|
Günahkâr İnsan İnancını Kaybetmemek İçin
Ne Yapmalıdır?
|
İnancının gerektirdiği
vazifeleri yapmamanın bir kusur ve günah olduğunu daima hatırlayıp
üzüntü duymalıdır. Allah'tan, dînin emirlerini yapmak ve
îmanın îcaplarını yaşamak konusunda sabır ve
yardım dilemeli; işlediği günahlara
tevbe ve istiğfarla mukabelede bulunmalıdır.
Ancak bu takdirde insan, günahların
îman üzerindeki menfî te'sirlerinden kendini koruyabilir. İnancını
kaybetmek tehlikesinden kurtulabilir.
|
Tasdik ve İnkâr Bakımından
İnsanlar Kaça Ayrılır?
|
Tasdik ve inkâr bakımından
insanlar üçe ayrılır:
1 - Mü'min,
2 - Kâfir,
3 - Münâfık.
- İslâm dîninin inanılması
farz olan temel hükümlerine tereddütsüz inanıp tasdik eden
kimseye mü'min denir.
- Âmentü'de yer alan îmanî
esaslardan veya Allah'ın uyulmasını farz kıldığı
emir ve yasaklarından herhangi birine inanmayan kimseye kâfir
denir.
- Dışa karşı
inanmış görünüp de kalbinden inkâr eden kimseye münâfık
denir.
|
İmânın Mahiyeti Nedir?
|
İmân, mâhiyet itibariyle,
Allah'ın insanlara en büyük lütuf ve ihsanıdır. Allah
onu dilediği kullarına nasib eder. Ne var ki bu nasiplenmede,
kulun hiçbir rolünün olmadığı da söylenemez.
Bil'akis, insan önce kendi tercih ve iradesini kullanarak, îman ve hidâyete
istekli olacaktır. Bu talep ve istek üzerine Cenâb-ı Hak da
ona îman ve hidâyet nasip edecektir. Bu sebeble İslâm büyükleri
îmanı, "Cenâb-ı Hakk'ın, istediği kulunun
kalbine, o kulun cüz'î irade ve ihtiyarını sarfetmesinden
sonra koymuş olduğu bir nûrdur" diye tarif etmişlerdir.
|
İmanda Mertebe ve Gelişme Söz Konusu mudur?
|
Bir çekirdek, nasıl büyüyüp
ağaç olana kadar büyük bir gelişme ve inkişaf gösteriyorsa,
îman da öyledir. İslâm âlimleri, imânı önce iki
mertebeye ayırmışlardır:
1- Taklidî îman,
2- Tahkikî îman...
Taklidî îman: Ana - babadan,
hocadan, muhîtten duyduğu ve öğrendiği şekilde,
mes'ele üzerinde hiçbir akıl yürütmeden îman esaslarına
bağlanmak demektir. Taklidî îman, inanç esaslarına, şuuruna
ve teferruatına vâkıf olarak bir inanma olmadığı
için, bilhâssa bu zamanda bâzı şübhe ve vesveselere mâruz
kalabilir ve sarsılıp yıkılma tehlikesi geçirebilir:
Tahkikî îman ise: İmâna âit
bütün mes'eleleri delilleriyle, tafsilâtlı ve teferruatlı
bir surette bilmek, tasdik etmek, tereddütsüz inanmaktır. Böyle
bir îman şüphe ve vesveseler karşısında sarsılıp
yıkılmaktan kendini koruyabilir.
Tahkikî îmanın da pek çok
mertebesi vardır. Bu mertebeleri İslâm âlimleri başlıca
üç kısma ayırmışlardır:
1 - İlme'l-yakîn mertebesi:
İmânî mes'eleleri ilmen, tam teferruat ve tafsilâtıyla,
delilleriyle bilmek ve inanmaktır.
2 - Ayne'l-yakîn mertebesi: İmanî
mes'eleleri gözle görmüş, doğruluklarını bizzat müşahede
etmiş gibi bilmek ve inanmaktır. Gözle görmekle ilmen
bilmek, insana kanaat vermesi bakımından çok farklıdır.
İnsan bir şey'i tereddütsüz, kesin olarak bilebilir, ama bir
de gözleriyle görünce kanâatı kat kat artar. Amerika'nın
varlığını ilmen bilmekle, bizzat görmek gibi...
İşte îmanın ayne'l-yakîn mertebesi de, îman esaslarına
gözle görmüş kat'iyetinde inanma hâlidir.
3 - Hakka'l-yakîn mertebesi:
İmanî mes'eleleri görmekten ayrı, bizzat yaşayarak, içine
girerek kabûl ve idrâk etmek demektir. İmanın bu üç
mertebesini îzah bakımından şöyle bir misal
verilmektedir: Bir yerden duman yükseldiğini uzaktan görmekle
insan bilir ki, o yerde ateş yanmaktadır. Dumanı görmek
suretiyle ateşin varlığını bilmek, ilme'l-yakîn
inanmaktır. Sonra, duman çıkan yere gidip ateşi gözümüzle
gördüğümüzü farzetsek, bu da
ateşin varlığına ayne'l-yakîn inanmaktır. Bir
de ateşin bizzat yakınına gidip sıcaklığını
hissetmek, elimizi aleve doğru tutup yakıcılığını
duymak suretiyle ateşin varlığını bilmek vardır
ki, buna da hakka'l-yakîn inanma denilir.
|
Günümüzde Taklidî İman Kâfi midir?
|
Yukarıda belirttiğimiz
gibi bu zamanda taklidî îman pek çok vesvese ve şübhelerle karşılaşmakta
ve o şübheler karşısında sarsılıp
yıkılmaya mâruz bulunmaktadır. Taklidî îmanın
eskiden yeterli olduğu halde, günümüzde yetersiz kalış
sebebini, Ali Fuad Başgil, şu şekilde îzah etmektedir:
"İnsanlar her devirde din
ve mâneviyat kuvvetine muhtaç olmuşlardır. Fakat bu ihtiyaç,
zamanımızda bir zaruret hâlini almıştır.
Eskiden atalarımız gayet basit bir din bilgisi ve görenek
hâlinde "taklidî" bir îman ile rahatça yaşıyorlardı.
Çünkü onlara bütün içtimaî muhît (çevre) mâneviyat telkin
ediyordu. Bugün durum tamamıyle değişmiştir. Din
duygusu zayıflamış, eski dinî hürmet terbiyesi yerini,
küstahca bir saygısızlık almıştır. Bugün
aile daralmış ve bağları gevşemiştir. Aile
yükü sırf karı-kocanın omuzlarına çökmüş,
ana-babalar iktisadî ihtiyaçlar karşısında çocuklarının
dinî terbiyesine yetişemez olmuşlardır. Öbür taraftan
mektep ve üniversiteler âdeta din aleyhtarı propaganda
ocakları hâlini almıştır. İnatçı münkirlerin
tezyif ve temerrüdleriyle bir kat daha bulanıklaşan böyle
bir hava içinde, bugün artık basit bir din bilgisi kâfi gelmez
olmuştur.
Din nedir? İlim ile münasebeti nedir? İlim
karşısında bugün din ne yapmalı ve nasıl bir
vaziyet almalıdır? gibi sorular, şimdi her zamandan çok
zihinleri tırmalamaktadır. Hususiyle aydın gençlerin bu
soruların cevaplarını bilmeye ihtiyaçları
vardır."
Gerçekten de, bugün verilecek bir
din bilgisinin ve îman dersinin ilimle îmanı mezceden, akıl
ve mantığa îmanî mes'eleleri kabûl ettiren tahkikî bir
muhtevâda olması şarttır. Yoksa, basit bir din dersi, görenek
hâlindeki taklidî bir îman bilgisi, günümüz insanlarını
- özellikle de gençlerini - tatmîn etmekten çok uzak kalacaktır.
|
İmânın İnsan İçin Önemi Nedir?
|
1. İman, insanın yaratılma
sebebidir. Yani o, Yaratanını îmanla tanımak ve ibâdet
etmek için yaratılmıştır. İnsan bu yaratılış
gayesine uygun hareket ederse âhirette ebedî saadete nail olacak,
cennete girecek, aksi takdirde cehenneme atılacak, ebedî şekavet
ve bedbahtlığa mâruz kalacaktır. Bu bakımdan îman,
insan için ebedî saadeti kazanma vesilesidir ve cennete giriş
anahtarıdır. İmansız cennete girilmez. Bu cihetle insanın îman etmesi ve
bu îmanını son nefesine kadar kaybetmeden veya zayıflatmadan
muhafaza etmesi, dünyadan da, dünya içindeki herşeyden de daha kıymetli
bir nimettir.
İmanın bu büyük öneminden
dolayıdır ki, Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde:
"İmânınızı
lâ ilâhe illâllah diyerek yenileyiniz" buyurmuş; îmanı
yenilemenin ve muhafaza etmenin ehemmiyetine dikkatimizi çekmiştir.
"İmânın her an zayıflama ve kaybolma ihtimali mi
var ki, devamlı yenilenmesi emrediliyor?" gibi bir suâl akla
gelebilir. İmânı yenileme konusunu Bediüzzaman, akla gelen
bu suâle de cevab olacak şekilde şöyle izah etmektedir:
"İnsanın hem şahsı,
hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdîd-i îmana
muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen çok efradı
var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki
saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünki, zaman
altına girdiği için, o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer,
her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.
Hem insanda bu taaddüd ve teceddüd
olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O
gider, başkası yerine gelir; daima tenevvü' ediyor; her gün
başka bir âlem kapısını açıyor. İmân
ise, hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem
girdiği âlemin ziyasıdır. Lâ ilâhe illâllah ise, o
nuru açar bir anahtardır.
Hem insanda, madem nefis, hevâ ve
vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok vakit îmanını
rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hîleleri ederler,
şübhe ve vesveselerle îman *ûrunu kaparlar.
Hem, zâhir-i şeriata muhalif
düşen ve hattâ bâzı İmamlar nazarında küfür
derecesinde te'sir eden kelimât ve harekât eksik olmuyor.
Onun için her vakit, her saat, her
gün tecdîd-i îmana bir ihtiyaç vardır." (Mektûbât)
Bu ifadelerde, üç noktadan îmanı
yenilemenin zarureti üzerinde durulmaktadır:
Birinci nokta: İnsanın yaşadığı
zaman ve içinde bulunduğu mekân, temas ettiği çevre itibarı
ile hâlet-i ruhiyesi, düşüncesi, anlayışı sık
sık değişebilmektedir. Mâruz kaldığı hâdiseler,
yaptığı işler, temas kurduğu insanlar, onda müsbet
veya menfi izler bırakmaktadır.
Bu durumu Peygamber Efendimiz de
şu şekilde beyan buyurmaktadırlar:
"Mü'minin kalbi, kaynayan
tencereden daha çok değişikliklere mâruzdur..."
"Kalb, serçe kuşu
gibidir. Her an bir tarafa yönelir."
"Kalb, kırda atılmış
bir kuş kanadı gibidir. Rüzgâr bu kanadı nasıl altüst
çevirirse, kalb de öyledir."
İnsan kalbinin ve ruh hâletinin
bu derece dış te'sirlere mâruz olması sebebiyledir ki,
hadîsde, sık sık Lâ ilâhe illâllah diyerek îmânın
yenilenmesi emredilmiştir.
İkinci nokta: İnsanda
nefis, hevâ ve vehim gibi menfî duyguların bulunması ve
şeytanın devamlı vesvese vermeye ve kötülüğü
telkine çalışması gerçeğidir. Gafletli bir ânında
bu menfi telkinlerin, insanı îmanda şübheye düşürmesi
muhtemeldir. Böyle bir duruma düşmemek için de, tecdîd-i îmana
ihtiyaç vardır.
Üçüncü nokta ise: Şeriatın
zâhirine aykırı düşen ve bâzı din âlimlerinin
nazarında küfür bile sayılan bâzı kelime ve sözlerden,
insanın tamamıyla uzak kalamadığıdır. Bu
sebeble de, Lâ ilâlhe illâllah diyerek imanı yenilemeye zaruret
vardır.
İmanı kuvvetlendirmenin
ve muhafaza etmenin bir başka yolu da onu taklidî mertebeden
kurtarıp tahkikî hâle çevirmektir. Bu da ancak îman
hakikatlerini tahkikî bir surette ders veren, akla gelebilecek her türlü
şübhe ve vesveselere cevap veren îmanî eserleri okumak ve devamlı
îmanî konularda sohbetler yapmak suretiyle olur. İnsan îmanını
taklidden tahkîka çıkarırsa, artık onun için îmanını
kaybetmek, son nefesde âhirete îmansız gitmek gibi bir durum söz
konusu olmaz. İslâm âlimleri, sekerat vaktinde şeytan'ın
bütün hîle ve vesveseleri ile gelip insanı aldatmaya ve îmanını
almaya çalışacağını söylemişlerdir. Bu yüzden
de sekerat vaktinden korktuklarını belirtmişlerdir.
İşte insan, sekerat
vaktindeki bu gibi tehlikelerden, tahkikî îman sayesinde korunabilir.
Çünkü tahkikî îmanda, îman sadece akılda kalmış değil;
kalbe, ruha, diğer duygu ve lâtifelere de sirayet edip yerleşmiş
haldedir. Şeytan insanın aklındaki îmanını
zedelese bile, eli, öteki duygulara yerleşmiş olan îmanı
söküp almaya yetişemez. Böylelikle de kişi, yine îmanlı
kalmış, îmanla vefat etmiş olur.
2. İman, aynı zamanda,
insan için büyük bir moral kaynağı ve sağlam bir
istinad noktasıdır. Hakikî imanı elde eden insan, bütün
kâinata meydan okuyabileceği gibi, îmanının kuvveti
nisbetinde başına gelen hâdiselerin tazyik ve baskısından
da kurtulabilir.
Tarihlere şan veren, destanlar
yazdıran zaferlerimiz, hiç şübhesiz îmanın insana
kazandırdığı güç ve kuvvete güzel bir misaldir.
İmanlı insan, başına
ne derece büyük bir hâdise gelirse gelsin, îmanın verdiği
tevekkül ve teslimiyetle, kadere rıza duygusu ile o hâdise ve
musibetleri metanetle karşılayabilir; sabır ve tahammül
ile göğüs gerebilir. Ümidsizliğe, bedbinliğe düşmez.
İsyan ve feryada başvurmaz. Bu, ona îmanın kazandırdığı
güç ve kuvvetten ileri gelmektedir. İmansız insanların
basit bir hâdise, küçük bir musibet yüzünden intihar edip hayatlarına
son verecek derecede ye's ve ümidsizliğe kapıldıkları
çok sık görülen olaylardandır. İslâm ülkelerinde
intihar, hemen hemen hiç görülmezken, dünyanın en medenî ve müreffeh
ülkelerinde intihar vak'alarının her geçen gün
artması da bunu te'yid etmektedir. İmanın insana kazandırdığı
kuvvet ve direnme gücüne, Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîflerinde
şu şekilde işâret buyurmuşlardır:
"Mü'min yeşil bitkilere
benzer. Eksik olmayan felâket rüzgârları onu eğer, fakat kıramaz.
Bil'akis hayat ve sıhhat bulmasına sebeb olur.
Münâfık (ve kâfir) ise,
kuruyan bitki gibidir. Felâket rüzgârlarından yaprakları dökülür,
gövdesi kırılıp hayatı söner."
"Hayret edilir mü'minin
haline. Ona iyilik gelse şükreder, kötülük gelse sabreder. Böylece
her iki hâlini de hakkında hayırlı kılar."
|
Konuyla İlgili Tavsiye Linkler |
|
|
|