|
ALLAH'A
İMAN |
Allah'a İman Ne
Demektir?
|
Allah
Teâlâ'nın varlığına ve birliğine inanmak ve
O'nu sıfat ve isimleriyle güzelce tanımaktır.
Allah'a îman, bütün dinlerin temelidir. Allah'a
inanma, O'na dayanma ve ibâdette bulunma ihtiyacı, insanda yaratılıştan
vardır. Bu duygu, insanla beraber doğmuş ve her devirde
de olagelmiştir.
Allah'ın varlığının
delillerinden biri de budur. Çünkü fıtrat yalan söylemez.
İnsan fıtratında, madem, bir yüce Yaratıcıya
inanıp dayanma, O'na ibâdet etme, yalvarıp dileklerine karşılık
bulma ihtiyacı vardır; öyleyse o yüce Yaradanın vâr
olmaması mümkün değildir. Bu, fıtratın inkârı
demek olur. Başka hiçbir delil olmasa bile, bu fıtrat ve
vicdan delili, Allah'ın varlığını anlamamız
için kâfi bir ışıktır.
Aslında, Allah'ı inkâra yeltenenler
bile, başları dara geldiği zaman yine Allah'a yönelmek,
O'ndan yardım dilemek zorunda kalırlar. Fakat darlıktan
kurtulur kurtulmaz yine eski hallerine dönerler. Bunun misallerini pek
çok görmüş ve duymuşuzdur. Bu hususa Kur'ân-ı Kerîm
şu şekilde işâret buyurmaktadır:
"İnsana bir zarar dokunduğu zaman,
yan üstü yatarak, yahut oturarak veya ayakta iken bize yalvarır.
Fakat ondan (ilticâsına sebeb olan o) zararı kaldırdığımız
zaman, sanki kendine dokunan bir zarardan dolayı bize yalvaran o değilmiş
gibi hareket eder. (Eski sapıklığına devam eder.)" (Yûnus: 12).
"Gemiye
bindikleri zaman (batma korkusundan) ihlâs ile Allah'a yalvarırlar,
fakat kendilerini karaya çıkarıp kurtardığımızda,
hemen şirk koşarlar." (Ankebût: 65).
Allah'ın Zâtını Görmemiz ve Mâhiyetini İdrâk
Etmemiz Mümkün müdür?
İnsanın
Allah Teâlâ'nın zâtını bu dünyada görebilmesi mümkün
olmadığı gibi, gerçek mâhiyetini kavrayabilmesi de imkânsızdır.
Çünkü,
insan aklı ve duyguları mahduttur. Allah'ın mâhiyetini
kavramaya müsâid değildir. Fakat mahlûkata bakıp O'nun varlığını
ve birliğini anlamaya, sonsuz kudretini ve diğer sıfat ve
isimlerini bilmeye güç yetirebilir.
Bunun
içindir ki Allah Teâlâ, bizi zâtını ve mâhiyetini düşünmekten
men'etmiş, yalnızca kendisinin varlığını
ve birliğini bilmemizi ve sıfat ve isimlerini tanımamızı
emretmiştir.
Bir
hadîs-i şerîfte meâlen şöyle buyurulur:
"Allah'ın
varlığını, birliğini anlamak için göklere bakın,
yere bakın, kendi nefsinize bakın ve bütün bunların
yaratılışındaki akıllara hayret veren
incelikleri, bunların kendilerinden olamıyacağını
düşünün. Çünkü bunlar, Allah'ın varlık ve birliğini
gösteren alâmetlerdir. Fakat Allah'ın zâtını, mâhiyetini
düşünmeyin. 'Allah
acaba şöyle midir, böyle midir? O'nun görmesi, işitmesi nasıldır?'
diye düşünmeye kalkışmayın. Zira
buna kudretiniz yetmez. Ne kadar çalışsanız da bunu hakkıyla
bilemezsiniz, idrâk edemezsiniz. Şaşırırsınız.
Bilgi ve görgü ölçüleriniz buna yetmez."
Aslında
biraz düşünecek olursak, Allah'ın zâtî mâhiyetini
kavramanın mümkün olmadığını aklen bile
anlayabiliriz. Yumurta içindeki bir civcivden yumurtanın dışındaki
âlemi idrâk etmesi elbette beklenemez. İnsan aklı da şu
muhteşem kâinatı ve kâinat içindeki Allah'ın yarattığı
âlemleri bilme, tanıma bakımından, yumurta içindeki
civcivden farksızdır. Bu bakımdan, aklın son derece
sınırlı idrâk kapasitesiyle kâinat Hâlikının
zâtını ve mâhiyetini kavrayabilmesi muhâl içinde muhâldir.
Mehmed
Kırkıncı bu hususu şu şekilde izah etmektedir:
"Bir
insanın mağarada büyüyüp hiç ışık yüzü görmediğini
ve kendisinin bir gün sabahın erken saatlerinde ve daha güneş
doğmadan dünya yüzüne çıkarıldığını
farzediniz. Her tarafı dolduran ışıktan derhal gözleri
kamaşan bu şahsa, bu ışığın bir güneşten
geldiği söylense
o adam güneşi ziyadesiyle merak edecek ve onu tanımaya çalışacaktır.
Şimdi
bu adamın, hayâlinde nasıl canlandırırsa canlandırsın,
güneşi kat'iyyen anlayamayacağı ve her defasında güneş
yerine başka şeyler tahayyül edeceği âşikârdır.
Çünkü, güneşi etrafında gördüğü şeylere kıyas
edeceğinden yapacağı her kıyas yanlış
olacak ve isabet kaydetmiyecektir.
Güneşe
inanmak o adam için îmanın bir rüknü olsa, o, güneşi her
nasıl tasavvur ederse etsin her hâlükârda şirke düşecektir.
Onun yapacağı tek şey, bu ışığın
bir güneşten geldiğini ve fakat o güneşin mahiyetini
bilemeyeceğini idrâk etmektir. Zaten ondan istenen îman da
bundan ibarettir.
Temsildeki adamın güneşi anlayamaması
gibi, her bir insan da kendi beden memleketini idare eden ve ruh denilen
sultanın mahiyetini bilememektedir. Bizler, bedenimizin ruhla kaim
olduğunu, onun bu bedenden ayrılması hâlinde bu binanın
yıkılacağını ve o sultanın göz
penceresiyle bu âlemi seyrettiğini, kulak cihazıyla sesler âlemini
temaşa ettiğini, dil terazisiyle de bütün tadları tarttığını...
bildiğimiz hâlde, ruhun mâhiyetini bilemiyoruz. Onun mâhiyeti
hakkında her ne söylesek, hilâf-ı hakikat olacağı
gibi, ruhun zâtını her ne tarzda tahayyül veya tasavvur
etsek onun hakkında yanlışlığa düşmüş
olacağız.
İşte, görmediği bir güneşin zâtını
anlamaktan âciz ve kendi ruhunun mâhiyetini bilmekten eli kısa
olan insanın, zaman ve mekândan münezzeh, umum âlemlerin Hâlik-ı
Zülcelâlini ve Mâlik-i Zülkemâlini (hâşâ) zâtiyle anlamaya
çalışması, ne derece büyük bir dalâlet dîvâneliğidir
ve insanı başaşağı şirke yuvarlayan bir düşünce
sapıklığıdır, kıyâs ediniz." (Hikmet
Pırıltıları)
|
Allah'a İmanın İnsan Hayatına Te'sirleri Nelerdir?
|
Allah'a inanan ve O'na sevgiyle bağlanan insanın
mânevî ufku kâinat kadar geniş, huzûru ve neş'esi Cennet
bahçesi gibi daima taze ve ölümsüzür.
Gözlerinde îman nuru parlar, sözlerinde hakikat,
sevgi ve neş'e çağlar.
İş ve hareketlerinde ahlâk, vekar ve
isabet göze çarpar.
O, insanları hilkat itibariyle kardeşi
bilir, onlara lütuf ve merhamet gözüyle bakar.
Şefkatlidir, insanların dertlerine bir
karşılık beklemeden koşar. Boynu büküklerin gönlünü
alır, yetimleri bağrına basar.
Kâinatla ve içindeki varlıklarla ünsiyet içindedir.
Tanış gibidir. Hiçbir hâdise, onu korkutmaz, gözünü yıldırmaz.
Kalbindeki îman kuvveti ile kâinata bile meydan okuyabilir.
Allah'ın kendisine bahşettiği
nimetlerden O'nun iradesine uygun şekilde faydalanır ve tadar.
Ölümden korkmaz. Zira, ölümü bir hiçlik ve
yokluk kuyusu değil, hakikî hayatın ve ebedî saadetin başlangıç
kapısı kabûl eder.
Dünyada kendini misafir bilir. Misafirhane sahibi
olan Allah'ın rızâsı ve izni dairesinde yer, içer ve
rahatla yaşar. Misafirlik müddeti bitince de bu misafirhaneden
huzurla ayrılıp ebedî mekânına gider.
Allah'a inanan ve sevgiyle bağlanan kimse,
inançsızlığın verdiği korkunç ızdırap
ve elemlerden kurtulur.
Allah'a inanan kimsenin, kendine de, başkalarına
da hiçbir zararı dokunmaz. Kanunun olmadığı
yerlerde bile Allah'ın onu her an gördüğü inancı, işlediği
kötülüklerin cezasız kalmayacağı korkusu, onu kötülüklerden
alıkor. Değil kötülük, bil'akis elinden geldiğince
herkese iyilik yapmaya, faydalı olmaya çalışır.
Ruhunu iyi düşüncelerle doldurur, yüksek
ahlâka erer, içinden kötü hisleri kovar.
Allah'a inanmak ve O'na bağlanmak, insanı
aynı zamanda gerçek hürriyetine kavuşturur. Zira her şey'in
Allah tarafından yaratıldığını bilen
insan, yaratıklara değil, yaratana kul olur. Mahlûkattan değil,
Hâlıkdan korkar. Yalnız Allah'a güvenir, dayanır,
O'ndan ister, O'na sığınır. Kula kul olmaz. Kimseye
el açıp dilencilik ve dalkavukluk yapmaz.
|
Allah Sevgisi ve Allah
Korkusu
|
İslâm'ın
insanlara öğrettiği ilâhî esaslardan biri de, Allah'ı
sevmek ve O'ndan korkmaktır.
Mü'min;
nimeti, lütfu ve keremi sonsuz olan Rabbine karşı büyük bir
sevgi ve hürmetle bağlanacak, O'nun rahmet ve merhametinin her
şey'i kuşattığını düşünecek, ne
kadar günahkâr olursa olsun, O'nun afvından ümidini
kesmiyecektir. Yüce Allah'ın rahmet, sevgi ve şefkati sonsuz
ise de, bunun yanında kahr ve azâbının şiddetli
olduğunu da unutmayarak O'ndan korkacak, gazabından emin
olmayacaktır.
Korkunun
ifratından yeis, yani, ümidsizlik doğar. Pek fazla ümidlenmek
ise, insanı gaflete atar ve âkıbeti umursamamaya götürür.
Bu bakımdan Allah'ın azâbından emîn olmak da,
rahmetinden ümîd kesmek de dînimizde yasaklanmıştır.
Şu
halde mü'minin kalbi, Rabbinin huzurunda, korku ile ümid arasında
O'na lâyık bir kul olma heyecaniyle çarpmalıdır.
Kur'ân-ı
Kerîm'de mü'minlerin bu vasfına şu şekilde dikkat çekilmektedir:
"Mü'minler,
Allah'ın rahmetini umarlar ve azâbından da korkarlar..."
(İsrâ: 57).
"Allah'a
korku ve ümid içinde dua ediniz" (A'râf: 56) buyurulmaktadır.
İmanın
kemâline delâlet eden bu hâle beyne'l-havf ve'r-recâ, yani, korku
ile ümid arasında olma hâli adı verilir.
Gerçekten
de Allah'a olan îmanın kemâli, sadece Allah'ı sevmek veya
sadece O'ndan korkmakla gerçekleşemez. İkisinin bir arada
bulunması gerekir. İnsan, sevginin vereceği nazlanma ve
şımarıklıktan ve rahmetine güven duygusunun
sevkedeceği taşkınlık ve itâatsizlikten, ancak
Allah korkusu ile kurtulabilir...
Sadece
korkunun vereceği ye's ve ümidsizlik halinden insanı
kurtaracak da, Allah sevgisi, rahmetinin genişliğine ve afvının
sonsuzluğuna olan inançtır. Bu sebeble "Hayrın başı
Allah sevgisi; hikmetin başı da Allah korkusudur" denilmiştir.
Aslında,
Allah'a olan sevgi kadar, O'ndan korkmak da son derece tatlı ve
zevkli bir haldir...
Allah
korkusunda nasıl bir lezzet ve ruhî haz olduğu şu şekilde
izah edilmiştir:
"Ârif-i
billâh, aczden, mehafetullah'dan (Allah korkusundan) telezzüz eder.
Evet, havf'da (Allah korkusunda) lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki
bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan suâl edilse, "En
leziz ve en tatlı hâletin nedir?" Belki diyecek: "Aczimi
ve za'fımı anlayıp validemin şefkatli sinesine sığındığım
hâlettir..."
Halbuki
bütün vâlidelerin şefkatleri ancak bir lem'a-i tecellî-i
rahmettir (Allah'ın rahmetinin küçük bir tecellîsidir).
Onun içindir
ki kâmil insanlar, aczde ve havfullah'da öyle bir lezzet bulmuşlar
ki kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberrî edip Allah'a acz
ile sığınmışlar, aczi ve havfı (korkuyu)
kendilerine şefaatçı yapmışlar..." (Sözler)
Allah'ı
sevmek ve O'ndan korkmak hususunda Peygamberimiz de şöyle buyurmuşlardır:
-
"Mü'min kimse, Allah'ın azab ve ikabının miktarını
bilseydi, hiçbir kimse Cenneti ümid etmezdi. Kâfir de Allah'ın
rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilseydi hiç kimse O'nun
rahmetinden ümid kesmezdi."
-
"Cennet size ayakkabınızın bağından daha
yakındır, Cehennem de böyle..."
-
"Sağılan süt memeye girmediği gibi Allah
korkusundan ağlayan kimse de Cehenneme girmez. Allah yolunda çarpışırken
husule gelen tozla Cehennemin dumanı birleşmez."
-
"Allah katında iki damla ve iki izden daha sevimli bir şey
yoktur.
-
"Herhangi biriniz ölürken Allah'a hüsn-i zan etmeksizin (afv ve
mağfiret edeceğini ummaksızın) ölmesin."
|
Her Müslümanın,
Allah'ın bütün kemâl sıfatlarına sahip, noksan sıfatların
hepsinden de uzak olduğuna inanması farzdır.
Allah
Teâlâ hakkında kabûl edilmesi vâcib olan kemâl sıfatları
başlıca iki kısma ayrılır:
1.
Tenzihî ve selbî sıfatlar
2. Zâtî
ve sübûtî sıfatlar
Tenzihî
ve selbî sıfatlar şunlardır: Vücud, Kıdem, Beka,
Vahdâniyet, Muhalefetün lil-havâdis, Kıyam bi-nefsihî.
Zâtî
ve sübûtî sıfatlar ise şunlardır: Hayat, İlim,
Semi', Basar, İrâde, Kudret, Kelâm, Tekvîn.
Şimdi
bunları sırası ile inceleyelim:
1- TENZİHÎ ve SELBÎ SIFATLAR
Vücûd:
Bu sıfat,
Allah Teâlâ'nın vâr olduğunu ifâde eder. Allah Teâlâ'nın
varlığı başka bir varlığa bağlı
olmayıp, zâtının îcabıdır. Yani vücûdu, zâtıyla
kaimdir ve zâtının vâcib bir sıfatıdır. Bu
sebeble Hak Teâlâ'ya Vâcibü'l-Vücûd denilmiştir. Bâzı
Kelâm âlimleri, Vücûd sıfatına, sıfat-ı nefsiyye
adını vermişlerdir.
Vücûd'un
zıddı olan adem (yok olma) Allah Teâlâ hakkında
muhaldir.
Allah'ın
yok olduğunu iddiâ etmek, kâinatı ve içindeki varlıkları
inkâr etmeyi gerektirir. Çünkü her şey'i yaratan ve vâr eden
O'dur.
Kıdem:
Kıdem,
Allah Teâlâ'nın varlığının başlangıcı
olmaması demektir. Allah Teâlâ kadîmdir, ezelîdir. Yani önce
yok iken sonradan vâr olmuş değildir. Geçmişe doğru
ne kadar gidilirse gidilsin, Cenâb-ı Hakk'ın vâr olmadığı
bir an, bir zaman, tasavvur edilemez. Aslında zaman ve mekânı
yaratan da O'dur. Allah Teâlâ zaman ve mekân kayıtlarından
münezzeh, ezelî ve kadîm bir Zât-ı Zülcelâldir.
Kıdem'in
zıddı olan hudûs (sonradan olma, belli bir zamanda yaratılma)
Allah Teâlâ hakkında muhaldir.
Beka:
Beka,
Allah Teâlâ'nın varlığının sonu olmaması,
daima var bulunması demektir.
Allah
Teâlâ'nın varlığının başlangıcı
olmadığı gibi, sonu ve nihayeti de yoktur. O hem kadîm
ve ezelî, hem de bâki ve ebedîdir. Zâten kıdemi sâbit
olan bir varlığın, bekası da vâcib olur.
Beka'nın
zıddı fena, yani, bir sonu olmaktır. Bu ise, Allah Teâlâ
hakkında muhaldir.
Muhalefetün lil-havâdis:
Allah'ın,
sonradan vücud bulan varlıklara benzememesi demektir.
Allah
Teâlâ ne zâtında, ne de sıfatlarında kendi yarattığı
varlıklara benzemez.
Biz
Allah'ı nasıl düşünürsek düşünelim, O, hâtır
ve hayâlimize gelenlerin hepsinden başkadır. Çünkü hâtıra
gelenlerin hepsi hâdis, yani, sonradan yaratılmış, yok
iken vâr edilmiş şeylerdir. Allah Teâlâ ise, vücûdu vâcib,
kadîm ve bâkî, her şeyden müstağnî, her türlü noksandan
uzak, bütün kemâl sıfatlara sahip olan İlâhî ve mukaddes
bir zâtdır.
Şübhe
yok ki, böyle yüce bir Zât, önce yok iken sonra vâr olan, bil'âhare
tekrar zeval bulan varlıklara benzemez.
Nitekim
Cenâb-ı Hak kendi zâtını Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Onun
"Hak Teâlâ'nın) benzeri yoktur. O, her şey'i işitici
ve görücüdür" (Şûra: 11) sözleriyle tavsif etmiştir.
Peygamber
Efendimiz de (asm) bu mânayı te'yiden:
"Her
ne ki senin aklına geliyor, işte Allah Teâlâ onun gayrısıdır"
buyurmuştur.
Kıyam Bi-nefsihî:
Allah
Teâlâ'nın, başka bir varlığa ve hiçbir mekâna
muhtaç olmadan zâtı ile kaim olması demektir.
Mevcudatın
hepsi, sonradan vücuda gelmiştir. Bu sebeble de bir Yaradana ve
bir mekâna muhtaçdırlar. Buna mukabil her şeyin yaratıcısı
olan Allah Teâlâ'nın vücûdu, zâtının gereğidir
ve varlığı hiçbir şey'e muhtaç değildir.
Şayet
Allah da vâr olabilmek için başka bir varlığa muhtaç
olsa idi, O da mahlûk olur ve her şey'in Hâlikı ve başlangıcı
olmazdı.
Halbuki
O, her şey'in Hâlikı ve yaratıcısıdır.
O'ndan başka her şey mahlûktur. Hâlık ise, mahlûkuna
asla muhtaç olmaz.
Vahdaniyet:
Allah'ın bir olması demektir.
Vahdaniyet,
Allah Teâlâ'nın kemal sıfatlarının en önemlisidir.
Çünkü bu sıfat, Allah Teâlâ'nın zâtında, sıfatlarında,
fiillerinde bir olduğunu; saltanat ve icraatında ortaksız
bulunduğunu ifade etmektedir.
Bu sıfatın
zıddı olan birden fazla olmak (taaddüd) ve bir ortağı
bulunmak (teşerrük) Allah hakkında muhaldir.
İslâm
dîninde, hattâ bütün hak dinlerde, tevhid, yani, Allah'ın birliği
(tevhid) akîdesi, îman esaslarının ve tüm dinî inançların
temelini teşkîl eder. Kalbde tevhid akîdesi bulunmadıkça,
Allah indinde hiçbir inanç, hiçbir amel, makbûl değildir. Bu
sebeble İslâmiyet, beşeriyete her şeyden önce tevhid
inancını sunmuş ve bütün insanlığı
Allah'ı birlemeğe, şerîk ve nazîrden tenzîhe çağırmıştır.
Hak dinler ile bâtıl dinlerin ayrıldığı en mühim
nokta da, bu husustur. Çünkü bâtıl dinler de Allah'ın varlığını
kabûl etmekte, fakat İlâhî sıfatlarda, bilhâssa,
vahdaniyet sıfatında hatâya düşerek, O'na nazîr ve
ortaklar koşmaktadırlar.
Bu bakımdan,
Allah'ın varlığını kabûlden sonra en mühim
hakikat, tevhid inancı olmaktadır. Tevhid inancı olmadan
Allah'a îmanın bir mânası ve değeri kalmamaktadır.
Kur'an'da
Allah'ın birliği ve tevhid inancı üzerinde duran âyetlerden
bâzıları şunlardır:
"De
ki Allah birdir." (İhlâs: 1).
"Allah'tan
başka bir yaratıcı var mıdır?" (Fâtır:
3).
"Onunla
(Allah ile) birlikte hiçbir ilâh yoktur. (Eğer olsaydı) her
ilâh kendi yarattığını kabûllenir (ve korur) ve
mutlaka birisi diğerine galebe eder (üstün gelir)di." (Mü'minûn:
91).
"Yer
ve gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, yerin de, göğün
de nizâmı bozulur, harâb olurdu." (Enbiyâ: 22).
2- ÊZÂTÎ ve SÜBÛTÎ SIFATLAR
Bu sıfatlar,
selbî sıfatlar gibi Allah'ı noksanlıklardan tenzîh eden
îtibarî vasıflar olmayıp, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı
ile kâim olan ezelî ve hakikî sıfatlardır.
Bu sıfatlara
ayrıca sıfat-ı meânî ve sıfat-ı ilmî de
denir.
Sübûtî
sıfatlar, Eş'arîlere göre 7, Mâtüridîlere göre, 8'dir.
Şimdi bunları sırası ile inceleyelim:
Hayât:
Cenâb-ı
Hakk'ın hayat sâhibi olması, hayat sıfatiyle muttasıf
bulunması demektir.
Cenâb-ı
Hak hakkında vâcib olan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve
maddenin ruh ile birleşmesinden doğan geçici ve maddî bir
hayat olmayıp ezelî ve ebedîdir. Bütün hayatların kaynağı
olan hakikî hayattır.
Hayat
sıfatı, İlim, İrâde, Kudret gibi kemâl sıfatlariyle
yakından ilgilidir. Bu sıfatların sâhibi bir zâtın,
hayat sâhibi olması zarurîdir. Çünkü ölü bir varlığın
ilim, irade ve kudret gibi kemâlâtın sâhibi olacağı düşünülemez.
Bunun
içindir ki, hayat sıfatını, Cenâb-ı Hakk'ın
ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla vasıflanmasını
sağlayan ezelî bir sıfattır, diye târif etmişlerdir.
Hayat
sıfatının zıddı memât, yani, ölü olmaktır.
Bu ise Allah hakkında muhaldir.
İlim:
Allah
Teâlâ'nın her şey'i bilmesi, ilminin her şey'i kuşatması
demektir.
Bu
âlemi en güzel şekilde, en mükemmel bir nizâm üzere yaratan ve
onu idare eden Zât-ı Akdes'in, yarattığı varlığı
en ince teferruatına kadar bilmesi gerekir. Zira hakikatı,
faydası, lüzum ve hikmeti bilinmeyen bir şey, nasıl
yaratılabilir? O halde yaratıcının bir şey'i
yaratabilmesi için, evvelâ ilim sâhibi olması, sonra o ilmin
icablarına göre yaratması şarttır. Bundan başka,
îman ve sâlih amel sâhiplerini mükâfatlandırmak, isyan eden ve
kötü yolda olanları da cezalandırmak, ancak bu kimselerin
yaptıklarını bütün teferruatı ile bilmekle mümkündür.
İlmin
zıddı cehil, gaflet ve unutkanlıktır. Bütün bunlar
Hak Teâlâ hakkında muhaldir.
İrâde:
Allah'ın
bir şey'in şöyle olup da böyle olmamasını
dilemesi; her şey'i dilediği gibi tayin ve tesbit etmesi
demektir.
Allah
Teâlâ kâmil bir irâde sahibidir. Bu kâinatı ezelî olan irâdesine
uygun olarak yaratımştır.
Bu
kâinatta olmuş ve olacak her şey Allah'ın dilemesi ve irâde
etmesiyle olmuş veya olacaktır. O'nun her dilediği
mutlaka olur, dilemediği de asla vücûd bulmaz. Bu hususta
Kur'an'da:
"Allah
dilediğini yaratır. Bir işe hükmederse (yani onu
dilerse) ona ancak 'ol' der, o da oluverir" (Âl-i İmrân: 47)
buyrulur. Hadîs-i şerîfte de: "Allah'ın dilediği
oldu, dilemediği de olmadı" denilmiştir.
İrâde
sıfatından başka meşîet adında müstakil bir sıfat
yoktur.
Çünkü, irade ve meşîet aynı mânaya
gelir. Nitekim meşîet, Kur'an'da ve hadîslerde irâde mânasına
kullanılmıştır.
Kudret:
Kudret, Hak Teâlâ'nın varlıklar üzerinde
irâde ve ilmine uygun olarak te'sir ve tasarruf etmesi, her şey'i
yapmağa ve yaratmaya gücü yetmesi demektir.
Allah Teâlâ'nın sonsuz bir kudret sahibi
olduğuna ve her şey'e kadir bulunduğuna, görmekte olduğumuz
şu kâinat ve ihtiva ettiği güzellik ve şaşmaz
nizam en büyük delildir.
Tekvin:
Tekvin; îcad ve yaratma demektir. Tekvin'i mâdum
(yok) olan bir şey'i yokluktan çıkarmak, vücûda getirmek
diye îzah etmişlerdir.
Tekvin, Ehl-i Sünnet'in iki hak itikadî
mezhebinden biri olan Mâtüridîlere göre, ilim, irade ve kudret sıfatından
ayrı bir sıfattır.
Yine Mâtüridîlere göre, Hak Teâlâ'nın
yaratmak, rızık ve nimet vermek, azâb vermek, diriltmek, öldürmek
gibi bütün fiilleri, tekvin sıfatına râcidir. Onun
eser ve tecellîsi sayılır. Bunlara sıfat-ı fi'liyye
(fiilî sıfatlar) da denilir.
Kudret
ve tekvin, birer kemal sıfatı olup zıdları olan acz,
Allah hakkında muhaldir.
Eş'arîlere
göre ise: Allah'ın tekvin sıfatı diye ayrı, müstakil
bir sıfatı yoktur. Tekvin, kudret sıfatının
makdûrata (yaratılması takdîr edilmiş şeylere)
yaratma ânında taallûkundan ibarettir. Yani tekvin, kudret sıfatı
içinde itibarî bir vasıf olmaktadır.
Allah
Teâlâ'ya Mükevvin isminin verilmesi, O'na, kudret sıfatından
ayrı, Tekvin adında bir sıfatın isnâd edilmesini
gerektirmez. İcad etmek, yaratmak, bilfiil vücuda getirmek, Hak Teâlâ'nın
Kudret sıfatıyla olur.
Mâtüridîler
Tekvin sıfatını Kudret sıfatından ayrı bir
sıfat kabûl ettiklerinden, zâtî ve sübûtî sıfatları
8 olarak sayarlar. Eş'arîlere göre ise bu sıfatlar 7'dir (Sıfât-ı
Seb'a).
Semi' ve Basar:
Allah'ın her şey'i işitip, her işi
görmesi demektir.
Sem' ve basar sıfatları da Allah'ın
ezelî ve ebedî kemâl sıfatlarındandır.
Allah'ın işitip görmesine, uzaklık
- yakınlık, gizlilik - açıklık, karanlık - aydınlık
gibi mefhumlar bir engel teşkil edemezler.
O, içimizdeki fısıltıları,
kalbden ve gönülden yaptığımız duaları işitir.
Hikmetine uygun şekilde karşılık verir.
Hak Teâlâ'nın Semî' ve Basîr, yani, her
şey'i en iyi işitici ve en iyi görücü
olduğu, Kur'ân-ı Kerîm'de defalarca zikredilmiştir.
Sem'
ve Basar sıfatları birer kemâl sıfatı olduğundan,
zıdları olan a'mâlık (görmemek) ve sağırlık
(işitmemek) Zât-ı Bârî hakkında muhal olan noksan vasıflardandır.
Kelâm:
Allah
Teâlâ'nın harfe ve sese muhtaç olmadan konuşması
demektir.
Allah
Teâlâ'nın kelâm, yani, söyleme, konuşma sıfatı
vardır. Bu sıfat ezelî ve ebedîdir. Bu sebeble Allah'a Mütekellim
denilir. Kur'ân-ı Kerîm'e de Kelâmullah tabir edilir.
Allah'ın
peygamberlerine bildirdiği vahiyler, onlara verdiği İlâhî
kitablar, mahlûkatına gönderdiği ilhamlar, hep O'nun Kelâm
sıfatının bir tecellîsidir.
|
ALLAH'IN VARLIĞINI
İSBAT EDEN DELİLLER (İSBÂT-I VÂCİB)
|
Allah'ın
varlığını bize bildiren ve anlatan pek çok delil
vardır. Bu delilleri başlıca 3 grupta toplamak mümkündür:
1. Dış
âlemden yani, kâinattan çıkarılan tabiî deliller,
2. Akıl
yoluyla elde edilen "metafizik" deliller.
3.
İnsan tabiatından çıkarılan ahlâkî ve vicdanî
deliller...
Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller:
Allah'ın
varlığına en büyük delil, şu muhteşem kâinat
ve o kâinat içinde yaşayan varlıklar, cereyan eden işler
ve olaylardır. Kâinat, âdeta bir kitab gibi, her cümlesi, her
satırı, her kelimesi ve her harfiyle Allah'ın varlığını
göstermekte; birliğini isbat etmektedir.
Kâinatın
Allah'ın varlığına olan bu şehadeti, şu cümlede
vecîz bir şekilde ifade edilmiştir:
"Kâinatta
atomlardan galaksilere kadar her bir varlıkta, Allah'ın varlığına
ve birliğine delâlet eden nice âyetler, işaretler, şehadetler
vardır."
"Allah'a
giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır"
sözü de aynı mânayı ifade etmektedir.
Kâinat
kitabının ihtiva ettiği bu delilleri, başlıca 4
grupta toplayabiliriz:
1. Hudûs
(sonradan vâr olma) delilleri: Bunlar kâinatta görülen varlıkların
hal ve sıfatlarından çıkarılan delillerdir.
2.
İmkân delilleri: Bunlar, âlemin yoktan vâr edilmesinden çıkarılan
delillerdir.
3.
Hareket delili: Maddede bulunan hareket özelliğinden çıkarılan
delildir.
4.
İbdâ ve gâye delili: Âlemdeki nizamdan ve her şey'in bir gâyeye
göre yaratıldığı esasından çıkarılan
delildir.
Şimdi
bunları kısaca görelim:
I - Hudûs delilleri:
Bu âlemin
hâdis olduğuna, yani, sonradan vâr olduğu ve bu bakımdan
evveli olmayan kadîm bir yaratıcıya muhtaç bulunduğuna
dair birçok deliller ile sürülmüştür. Bunları iki delil
halinde hulâsa etmek mümkündür:
1.
Cisimlerin hudûsu esasına dayanan delil.
2.
İhtirâ (îcad etme) delili.
1 -
Cisimlerin hudûsu esasına dayanan delil, İslâm İlâhiyat
âlimleri olan Kelâmcıların delilidir. Bu delili şöyle
bir kıyasla beyân ederler:
Bu âlem,
sûreti ve maddesiyle hâdistir. Yani, cisimlerin sûreti de, maddesi de
yok iken sonradan vâr edilmiştir.
Her hâdis
mutlak bir muhdise (mûcid ve yaratıcıya) muhtaçtır. O
halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır.
O da
Allah Teâlâ'dır.
2 - İhtirâ delili:
Bu
delil, Kur'an'da zikri geçen bir delildir. Kur'an'da yaratılış
keyfiyetinden söz eden bütün âyetler, ihtirâ, yani, îcad delilini
ifade etmektedir. Bu delili Kur'an'da ilk defa İslâm filozofu
İbn-i Rüşd bulmuş ve ifade etmiştir.
Bu
delilin hulâsası ise şudur:
Gökler
ve yer, bitkiler ve hayvanlar v.b. görünen her şey, ihtirâ (îcad)
olunmuştur.
Her
ihtirâ olunana bir ihtirâ edici lâzımdır.
O
halde şu mevcûdatın da bir ihtirâ edicisi vardır.
O da
Allah Teâlâ'dır.
II -İmkân esasına dayanan deliller:
Bu
metodla Allah'ın varlığını isbat, bâzı
kelâm âlimleri ile İslâm feylesoflarının yoludur. Bu
deliller de pek çoktur. En meşhuru, "Bu âlemin mümkin olması
delili"dir. Bu delil, kıyas yoluyla şöyle ifade edilmiştir:
Bu âlem
bir mümkinler mecmuasıdır. (Mümkin;
vücudu da, ademi de eşit olan, yani, vâr olması da yok olması
da aklen câiz bulunan şey demektir.)
Her mümkin,
vâr olabilmesi için yokluğuna varlığını
tercih edecek bir müreccihe, müessir bir kuvvete muhtaçtır.
O
halde mümkinler topluluğu olan bu âlem de, vâr olabilmek için böyle
müessir bir kuvvete muhtaçtır.
O müessir
kuvvet de, bu âlemin dışında, vücûdu zâtına vâcib
olan bir varlıktır. O da Allah'tır.
III - Maddede bulunan hareket vasıtasıyla Allah'ı
isbat delili:
Bâzı
ilâhiyatçılar da, hudûs delilinde zikri geçen maddenin daima
hareket hâlinde oluşundan çıkarılan bir delil ile,
Allah'ı isbat ederler. Bu delilin hulâsası da şudur:
Şu
âlemde bulunan madde ve ondaki hareket, bugün ilmen sâbittir.
Bu
madde ve ondaki hareket, ezelî değildir.
Vücûdu
vâcib olan Allah'ın îcadı ve tahrîki iledir.
Gerçekten
de günümüzdeki gelişmeler, kâinatla ilgili ortaya konulan yeni
bilgi ve teoriler, bize kâinatın kadîm ve ezelî olamıyacağını
apaçık göstermektedir. Bilhâssa kâinatın doğuşu
ile ilgili Bigbang teorisi, maddenin ezeliyet ve kıdemini temelden
yıkmıştır.
IV - İbdâ' ve gâye delili:
İbdâ':
Bir şey'i, benzeri veya örneği olmadan güzel ve mükemmel
bir şekilde vücuda getirmektir.
Gâye
ise, bir şey'in neticesi; o şey'in varlığına bağlı
fayda ve onun vücudunu gerektiren hikmet demektir.
Bu
delil, Sokrat'tan bu yana, bütün ilâhiyatçı filozofların
önem verdiği bir delildir. Diğer bir adı da
"Nizam" delilidir. Kur'an-ı Kerîm'de âlemdeki ibdâ ve
gâyeyi belirten pek çok âyet vardır. Büyük İslâm
filozofu İbn-i Rüşd bu bakımdan bu delili, Kur'an'ın
delillerinden sayar ve "inâyet delili" adını verir.
Bu delil, kâinatı ve kâinatın cüzlerini
ve nevilerini bozulmaktan, dağılmaktan kurtarıp bütün
hususiyetleriyle birlikte intizam altına alan ve kâinata hayat
veren muhteşem bir nizamın varlığı esasına
dayanmaktadır.
Kâinatta tecelli eden bütün hikmetlerin,
faydaların menşe'i bu nizamdır. Kur'an'da varlıkların
menfaat ve maslahatlarından bahseden bütün âyetler, bu nizamı
göstermektedir. Binaenaleyh bütün maslahatların ve menfaatlerin
mercii olan ve kâinata hayat veren böyle bir nizam, elbette bir Nâzım'ın
vücuduna delâlet eder. Ayrıca o Nâzımın kasd ve
hikmetini de gözler önüne serer.
Kâinat nizamının varlığı,
bugün ilim ve fenler tarafından bütün açıklığı
ile ortaya konulmuştur. Çünkü, fen ilimlerindeki küllî
kanunlar ve umumî prensipler, kâinat nizamının yükseklik ve
güzelliğinin reddi imkânsız şâhidleridirler. Nizam
olmasa, külliyet ve kanuniyetten söz edilemez, fen ilimlerinin varlığından
bahsedilemezdi.
Allah'ın varlığını isbat
sadedinde dış âlemden çıkarılan tabiî delillerin
hulâsası budur. Konuyu İbn-Rüşd'ün şu cümlesiyle
tamamlıyalım:
"Allah'ın varlığını
tam mânasıyla anlamak ve bu hususta tam bir bilgi sahibi olmak
isteyenler için, yeryüzündeki varlıkları incelemeleri vâcibdir.
[Bu hususta yazılan ilmî eser ve incelemeleri okumak da kifâyet
eder]. İnsanı Allah'ı bilmeye ve O'na inanmaya götüren
en doğru yol da budur..."
Akıl
Yoluyla Çıkarılan Metafizik Deliller:
Batılı ilâhiyatçı filozoflar,
Allah'ın varlığını isbat için birçok aklî
deliller ileri sürmüşlerdir. Bunların en mühimi, modern
felsefenin kurucusu olarak bilinen meşhur Fransız filozofu
Dekart (Descartes) tarafından ifade edilen, "kemâl" ve
"nâmütenâhî" fikirlerine istinad ettirilen iki metafizik
delildir. Bu iki delil, birbirinin tamamlayıcısı
mahiyetindedir. Hulâsası şudur:
İnsanın noksan bir varlık olmasına
rağmen, nâmütenâhî (sonsuzluk) fikrini taşıması;
kemâl sıfatlarına sâhip, nâmütenâhî bir varlığın
vücudunu göstermektedir. O da bütün kemâllerin ve sonsuzluğun
sâhibi Allah'tır.
Beşer
Tabiatından Çıkarılan Ahlâkî ve Vicdânî Deliller:
Bu konuda ileri sürülen başlıca
deliller şunlardır:
1.
İnsanlık tarihi ve umumun şehâdeti delili:
İnsanlık
tarihi bize en ilkel devirlerden beri her asırda yaşayan
insanlarda din inancının ve Allah fikrinin var olduğunu göstermektedir.
Bütün insanlar her asırda İlâhî bir kudretin varlığına
inanagelmişler ve bir dine sâhip olmuşlardır. Nereye
gidilmişse orada basit ve bâtıl bile olsa, din ve Allah
fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli
şekillerde putlara tapanlar, ateşi, yıldızları
takdîs edenler dahi bütün bunların üstünde büyük bir
kudretin vâr olduğuna, her şey'i yaratan ve terbiye eden,
esirgeyen sonsuz bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar;
dış âlemde taptıkları şeyleri O'na yaklaşmak
için birer vesile edinmişlerdir. Cinsleri, devirleri ve
memleketleri ayrı, birbirini tanımayan milletlerde görülen
bu mutlak inanç birliği; din fikrinin umumî, Allah inancını
fıtrî olduğunu isbat etmektedir.
Fıtrat
yalan söylemeyeceği için, bütün insanlar arasında görülen
bu fikir ve şuur birliği, yersiz ve asılsız bir
şey olamaz. O
halde insanlık tarihinin ittifakla kabûl ettiği Allah fikri,
şübhe götürmez bir gerçeği ortaya koymakta ve Cenâb-ı
Hakk'ın varlığına kuvvetli bir delil teşkil
etmektedir.
2.
İnsanın fıtratından ve taşıdığı
duygulardan çıkarılan deliller:
İnsanın
duygularında, arzu ve isteklerinde bir sonsuzluk vardır.
Ruhunda hayra ve güzelliğe doğru büyük bir meyil ve sonsuz
bir hasret mevcuttur. Sonra insanlarda akıl ve idrâk, irade ve
ihtiyar da bulunmaktadır. Mahdut ve noksan olduğu halde,
sonsuz bir hayra ve en mükemmele doğru yönelen bu duygular,
şübhe yok ki, sonsuz ve ekmel olan bir varlığın
yani Allah'ın mevcudiyetini isbat etmektedir.
Ayrıca,
insan fıtrat ve vicdanında, düşmanlarına mukabil
istinad noktası, ihtiyaçları karşısında da
istimdad noktası olmak üzere iki zarurî hakikat vardır. Bu
hakikatler, ancak Allah'ın varlığına dayanır ve
O'nun sonsuz kudretinden yardım görürse bir mâna ve değer
kazanabilir. Her vicdanda ve fıtratta bulunan bu istinad ve
istimdat noktaları, Allah'ın varlığını gösteren
birer pencere olmaktadır. Bu bakımdan insan aklı, düşünme
melekesini kaybetse bile, vicdan Allah'ı unutmaz.
Allah'ın
varlığını isbat için serdedilen delillerin umumî
bir değerlendirilmesini yapacak olursak:
Kelâmcıların
kullandıkları hudûs ve imkân delilleri, uzun ve anlaşılması
zor delillerdir. Bu sebeble vehimlerden uzak kalamamıştır.
Filozof
ve ilâhiyatçıların aklî delilleri ise, o da vesveselerden bütünüyle
uzak değildir.
Bunlar
dışında, Kur'an'ın ortaya koyduğu 2 delil vardır
ki, bunlar Allah'ın varlığını isbat (isbât-ı
vâcib) konusunda serdedilen delillerin en kuvvetlisi, en sağlamı,
tereddüdlerden en uzak olanıdır. Bu iki delilden birisi,
nizam veya diğer ifadeyle inâyet ve gâye delilidir. İkincisi
de ihtirâ delilidir... Bunları yukarıda kısaca izah etmiştik...
|
Bürhan-ı Temanü':
İslâm
İlâhiyat âlimleri (Kelâmcılar) Allah'ın birliğini
isbat için çeşitli deliller zikretmişlerdir. Bunların
en önemlisi Bürhan-ı temanü' delilidir.
Her
akl-ı selim sâhibi bilir ki, ulûhiyet sıfatına sahip
olan ve vücudu hariçten bir varlığın değil, zâtının
gereği bulunan varlık, tam bir kudret mâliki, mutlak bir hüküm
ve galebe sâhibidir. Bu hâl, ulûhiyetin îcabıdır. O halde
ilâh olan varlığın kudret ve kuvveti karşısında
durabilecek bir rakibi bulunmaması gerekir. Aksi takdirde kudreti
noksan, kendisi nâkıs bir varlık olur. Böyle bir varlık
da ilâh olamaz.
Şimdi
her bakımdan birbirine denk iki ilâh bulunduğunu farz edelim.
Yaratmakta ve hükmetmekte bağımsız hareket etmeleri ilâhlığın
tabiatı icabı bulunduğundan, bu iki ilâhın her
zaman ittifak edip anlaşmaları imkânsızdır. Tam bir
kudret ve galebe sahibi olan her bir ilâhın, kendi arzusuna
muhalefet edilmesine rıza göstermesi de muhaldir.
Şu
halde, her bakımdan birbirine eşit iki ilâhın bulunduğunu
farzettiğimizde, aralarında ihtilâf ve arzularında çatışma
olacağı kesindir.
Böyle
bir ihtilâf sonunda, meselâ ilâhların biri bir şey'in olmasını,
diğeri de olmamasını istese, aklen şu üç
ihtimalden biri olacağı muhakkaktır.
1. Ya
iki ilâhın da dediği olacaktır.
2.
Veya her ikisinin de dediği olmayacaktır.
3.
Yahut ilâhlardan birinin istediği olurken, diğerininki
olmayacaktır.
Bu ihtimallerden herbiri de aklen muhal ve imkânsızdır.
Her ikisinin de istediği olsa, bir anda bir
şey'in hem olması, hem de olmaması, yani, vücud ve adem
gibi iki zıddın bir araya gelmesi durumu ortaya çıkar
ki, bu mantıken imkânsızdır.
Her iki ilâhın da istediklerinin olmaması,
bir anda bir şey'in hem vücuddan, hem de ademden mahrum kalması,
yani, zıdların ortadan kalkması demektir ki, bu da aklen
ve mantıken muhaldir.
Bundan başka, istekleri yerine gelmeyen ilâhların
acziyete düşmeleri de söz konusudur. Âciz olan varlıklar
ise, ilâh olamazlar, bir şey yaratamazlar.
Üçüncü ihtimal gereğince, ilâhlardan
birisinin arzusu tahakkuk eder, diğerininki tahakkuk etmezse;
arzusu yerine gelmeyen ilâh âciz olur, âciz olan ise ilâh olamaz.
Ayrıca ulûhiyet sıfatlarında eşit
olduklarını zikrettiğimiz iki ilâhtan birinin âciz olduğu
sabit olunca, âciz olana eşit olan diğerinin de âciz olacağı
sabit olur. Böylece her iki ilâhın da aczi lâzım gelir. Âciz
olan varlıklar da ilâh olamazlar.
Bu şekilde bütün ihtimallerin bâtıl
olduğu ortaya çıkınca, iki ilâh faraziyesinin bâtıl
olduğu da kendiliğinden sabit olur. O
halde ilâh tektir. O da vücudu ezelî, ebedî, zâtının gereği,
mutlak kemal, mutlak kudret ve azamet sâhibi olan Hak Teâlâ'dır.
Bu
delile, Bürhan-ı Temânü' adı verilmiştir.
Tevhidi
isbât eden daha başka deliller de ileri sürülmüştür. Mühim
gördüğümüz bâzılarına kısaca temas edelim:
"Hâkimiyetin ortak tanımaması" delili:
Hâkimiyetin
en esaslı ve vazgeçilmez kanunu, istiklâliyettir. Yani, gayrın
müdahalesini ve saltanata ortaklığını reddir.
Hâkimiyetin
zayıf bir gölgesine ve küçük bir cilvesine mazhar olan âciz
insanların bile, istiklâliyetlerini muhafaza için dış müdahaleleri
nasıl şiddetle reddettiği ve kendi işine başkalarının
karışmasına nasıl müsamahasız davrandığı
meydandadır. Hattâ hâkimiyetine karışabilir tevehhümüyle,
en dindar padişahlar bile, mâsum çocuklarını ve
sevdikleri kardeşlerini öldürtmüşlerdir. Bu da hâkimiyette
gayrın müdahalesine yer olmadığı gerçeğinin
ne derece kat'î ve esaslı olarak hükmettiğini apaçık göstermektedir.
Acaba
âciz ve yardıma muhtaç insanlardaki hâkimiyetin bir gölgesi bu
derece müdahaleyi reddeder, hâkimiyetinde iştirâki kabûl etmez,
istiklâliyetini ne pahasına olursa olsun muhafazaya çalışırsa;
elbette "rububiyet derecesinde mutlak hâkimiyeti, ulûhiyet
derecesinde mutlak âmiriyeti, ehadiyet derecesinde mutlak istiklâliyeti
olan" Cenâb-ı Hakk'ın ne derece şerikten, ortaktan,
nazîrden, rakipten uzak olacağı anlaşılır.
Bu bakımdan
istiklâliyet ve infirad (teklik), Allah'ın mutlak hâkimiyetinin
zaruri bir neticesidir.
Nizam delîli:
Kâinat
yüzünde zerrelerden yıldızlara kadar varlıkların
tek tek herbirinde ve umumunda görülen nihayet derecede mükemmel bir
nizam ve intizam, tevhide en büyük delil, en parlak bürhandır.
Çünkü kâinattaki ilâhî icraat ve îcada, bir tek Sâni'den başkasının
müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve muvazene bozulacak ve her
tarafta intizamsızlık eseri görünecekti.
Zerrelerden
yıldızlara kadar hiçbir şeyde, hiçbir karışıklık,
intizamsızlık görülmemektedir. Bu hal, gayet parlak bir
şekilde Sâni'in vahdetine, mülkünde ortağı, yardımcısı,
rakîbi olmadığına şehadet etmektedir.
"Vahdette kolaylık, kesrette zorluk olduğu"
delîli:
Eşyanın
îcadı, bir tek Sâni' ve Hâlika verilirse, bir tek varlık
gibi kolay olur. Eğer tabiata, tesadüfe isnad edilirse, bir tek
sinek, semâvât kadar; bir çiçek bir bahar kadar; bir meyve bir bahçe
kadar, zor ve müşkilâtlı olur. Kâinatta eşyanın
îcadında nihayetsiz bir sühûlet ve kolaylık görüldüğüne
göre, Sâni'in tek ve vâhid olduğu anlaşılır...
|
Şirk
kelimesi, ortaklık demek olup, tevhid kelimesinin zıddıdır.
Şerik ise, ortak demektir.
Kur'ân-ı Kerîm insanları tevhide, yani,
Allah'ın birliğini kabûle dâvet etmiş, O'na zâtında,
sıfat ve fiillerinde başkalarını şerik (ortak)
kılmaktan şiddetle men'etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm, ayrıca şirkin pek
büyük bir günah ve zulüm olduğunu, Hak Teâlâ'nın
kendisine şirk koşulmasını asla afvetmiyeceğini,
bundan başka olan günahları - dileyeceği kimseler için
- afv edeceğini de bildirmiştir.
Yeryüzündeki herşey kendi emrine ve
hizmetine verilmiş ve idaresine terkedilmiş olan insanın,
kendi hizmetinde olan bâzı varlıkları ilâh kabûl
ederek Allah'ı bırakıp onlara ibâdet etmesi ve onları
Allah'a şerik koşması gerçekten son derece ağır
bir günah, büyük bir zulümdür.
Şirkin günah ve zulüm oluşu, sadece
Allah'ın hukukuna karşı bir tecavüz, iftira ve hakaret
oluşu sebebiyle değildir. Şirk aynı zamanda kâinatın
ve umum mahlûkatın hukuklarına karşı da büyük bir
hakaret ve tecavüzdür.
|
Şirkin nevileri
|
Şirkin başlıca nevileri şunlardır:
1. Allah'ı bırakarak, O'ndan başka
canlı veya cansız varlıklara tapmak ve onlara ibâdet
etmektir.
Hayır ilâhı, şer ilâhı diye
iki ayrı ilâha tapan Mecusîlerin şirki bu nevidendir.
2. Allah'a inanmakla beraber, O'na başka varlıkları
şerik (ortak) koşmak, yani, Allah'tan başka bâzı
varlıkların da ulûhiyet sıfatı ile muttasıf
olduğuna inanmaktır.
Hıristiyanlıktaki teslis akîdesi bu kısma
girer...
3. Bu âlemin yaratıcısının bir
olduğunu kabûl etmekle birlikte, O'na yakınlığı
te'min için, put, heykel gibi cansız eşyaya ibâdet etmektir.
Putperestlik bu kısma girer.
4. Şirkin diğer bir şekli de,
insanların bâzı insanları Rab kabûl etmeleri, yani,
onlara körü körüne inanarak, Allah'ın emir ve yasakları
yerine onların emirlerini yapmaları, yasaklarından kaçmalarıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Yahudilerin hahamlarını, Hıristiyanların
da râhiblerini Allah'tan başka birer rab edindikleri beyan
edilmektedir.
5. Şirkin en yaygın görülen bir şekli
de, insanın kendi heves ve süflî arzularına perestiş
edip körü körüne uyması, hevâsını kendine bir nevi
ilâh edinmesidir.
Kur'an'da:
"Kendi heves ve arzûlarını ilâh ve
mâbud edinen kimseyi gördün mü?" buyurulmak suretiyle bu
gibiler kötülenmiştir.
6. Bir de gizli şirk vardır ki, bu da riyâdır.
Yani ibadeti ve iyilikleri yalnızca Allah rızâsı için
yapmak yerine, başkaları görsünler, beğensinler diye
yapmak demektir. Böyle yapılan bir ibadette, bir nevi Allah'a
şirk koşulmuş olmaktadır. Peygamberimiz bunu şirk-i
hafî olarak vasıflandırmıştır.
Mü'min gizli - âşikâr, açık - kapalı
her türlü şirkten dikkatle kaçınmalıdır. Hakikî
tevhide ancak bu şekilde ulaşılır.
Kur'ân-ı Kerîm'de şirkin bütün
nevileri şiddetle reddedilmiş; hakikî tevhid inancı bütün
insanlığa telkin edilmiştir.
|
Konuyla İlgili Tavsiye Linkler
|
|