*´¯`·.¸¸.·´¯`·.¸((( RAVDA.net )))¸.·´¯`·.¸¸.·´¯`*

İBADETE MUHTACIZ

"Cenâb-ı Hak senin ibâdetine, belki hiç bir şey'e muhtaç değil. Fakat sen ibâdete muhtaçsın, mânen hastasın. İbâdet ise mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde(dir)..." Bediüzzaman

En güzel şey, karşılıksız kerem ve ihsanda bulunmaktır. Bunu idrâkten âciz kimseler, bâzı hakikatları kendi bozuk akıl terazilerinde tartmakta ve hakikata zıd neticeler çıkarmaktadırlar.

Bunlardan bir kısmı, "Cenâb-ı Hakk'ın (hâşâ) ne ihtiyacı var ki kendisini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı yaratsın ve bize namazı ve ibâdeti emretsin?" şeklinde ahmakça bir soru sormaktadırlar.

Bu kimseler bu soruyu sorarken zahmet edip etraflarında bulunan varlıklara bir göz gezdirseler, sorularının cevabını alacaklardır. Meselâ, güneş insanlara ışık vermekle beraber, insanlardan karşılık olarak ne beklemektedir? Küre-i Arz, insanları sırtında gezdirmekle onlardan nasıl bir yardım ümid etmektedir? Veya limon ağacı, kendisinin hiç ihtiyacı olmadığı halde C vitaminiyle yüklü limonları verirken, bir lütfun karşılığında insanlardan neyi istemektedir. Misaller çoğaltılabilir.

İşte insanlardan alt seviyede bulunan mahlûkat dahi insanın hiçbir şey'ine muhtaç değilken, bil'akis insan onlara muhtaç iken, bir insan hangi akılla Hâlik-ı küll-i şey hakkında yukarıdaki soruyu sorabiliyor?

Bir doktor lütuf ve merhametiyle fakir kimseleri bedava tedâvi etse, "Bu doktorun ne ihtiyacı var ki böyle yapıyor?" denilmez; denilse dîvanece bir soru olur. Zira doktor, zaten ihtiyacı olmadığı için sırf merhametinden bu lütfu yapıyor.

Veya bir doktorun, verdiği ilâçları içmesi hususunda yaptığı ısrarı gören bir hasta, "Doktorun ne ihtiyacı var ki bu ilâcı bana zorla içiriyor?" şeklinde bir soru soramaz.

İşte Allahü Teâlâ da bu kâinatı lütfuyla bize hizmetkâr yaptığı gibi, itâat ve ibâdeti de yine lütfuyla bizlere emrediyor, ta ki onlar ile ebedî saâdete mazhar olalım. Bu hakikatı bir misalle izah etmeye çalışalım:

Ana rahmindeki bir çocuğu şuurlu farzediniz. O çocuk, gözüyle, o âlemde bir şey göremediği için, "Yahu şu gözler bana niçin takılmış?" diye itirazda bulunacaktır. Ona "Bu gözler sana başka bir âlemde lâzım olacak, o âleme gittiğin zaman bu gözler sâyesinde yerlerde ve göklerdeki hârika san'atları temâşâ edeceksin", denilse, "Ben görmediğim şey'e inanmam" diye bu hakikatın karşısına çıkacaktır. Daha sonra itirazlarına devamla, burnunun neye yaradığını ve ne için yüzünde kalabalık ettiğini soracak ve kendisine bu âletle başka bir âlemde güzel kokular alacağı söylendiğinde bu hakikati de inkâra gidecektir. Aynı şekilde, kollarının kalabalık ettiğinden, ayaklarının lüzumsuzluğundan bahisle sadece göbeğinden beslenmesine nazar edecek, ağzını dahi lüzumsuz bulacaktır.

İşte Rahîm-i Zü'l-Cemâl ana rahminde rahmetiyle bizim elimizden tutmuş, bizi kendi fikrimizle başbaşa bırakmamış ve bu dünyada lâzım olacak bütün cihazatı takarak bizleri bu dünyaya göndermiştir.

İşte, O Hakîm-i Zü'l-Cemâl bu dünyada bizi bir imtihana tâbi tutmuş ve bu âlemden sonra gideceğimiz âhiret âleminden hakkıyla istifade edebilmek için nasıl hareket etmemiz icâbettiğini Nebiyy-i Zîşan (asm) ve Kur'an-ı Kerîm'iyle bizlere bildirmiştir.

Bu imtihanda, ana rahmindeki bahsettiğimiz çocuğun düştüğü aptallığa düşmeyip; namaz, oruç, hacc, zekât gibi ibâdetlerin ve diğer emir ve nehiylerin niçin yapıldığını sormadan onlara harfiyyen riayet ettiğimizde, âhirette bu ibâdetlerimizden ebediyyen istifâde edeceğiz. Aksi halde, bu dünyaya gözsüz, elsiz, ayaksız, ağızsız ve kulaksız ilh... gelen bir çocuk gibi, âhirete gittiğimizde, Cennet'te bize hayat hakkı tanınmayacağı muhakkaktır.

Kaldı ki, her emrin terkiyle bir günah ve nehiy işlendiğinden, bu dünyadan tâatsiz ve ibâdetsiz göçen kimse, âhirete eli boş gitmek yerine, torbasına nice isyanlar ve günahlar doldurarak gitmektedir. Böyle bir yolculuk ise, ancak Cehennem'de son bulur.

O halde akıllı bir insanın yapacağı şey, buraya kadar olan seyahatini, Rabb-i Rahîm'in lütfuyla sürdürdüğünü nazara alıp, ölümden sonraki seyahatinde de lütuflarla karşılaşmak için O Zât-ı Zülcelâl'in emirlerine harfiyyen riayet ve nehiylerinden âzamî hassasiyetle kaçınmak olacaktır.

Cenâb-ı Hakk'ın, insanın ibâdetine hiçbir ihtiyacı olmadığı gibi; onun isyanından da (hâşâ) bir zarar görmemektedir. Her iki halde de sadece insanın fayda ve zararı söz konusudur.

(Mehmed Kırkıncı, Hikmet Pırıltıları)