"Cenâb-ı Hak senin ibâdetine,
belki hiç bir şey'e muhtaç değil. Fakat sen ibâdete muhtaçsın,
mânen hastasın. İbâdet ise mânevî yaralarına
tiryaklar hükmünde(dir)..." Bediüzzaman
En güzel şey, karşılıksız
kerem ve ihsanda bulunmaktır. Bunu idrâkten âciz kimseler, bâzı
hakikatları kendi bozuk akıl terazilerinde tartmakta ve
hakikata zıd neticeler çıkarmaktadırlar.
Bunlardan bir kısmı,
"Cenâb-ı Hakk'ın (hâşâ) ne ihtiyacı var ki
kendisini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı
yaratsın ve bize namazı ve ibâdeti emretsin?" şeklinde
ahmakça bir soru sormaktadırlar.
Bu kimseler bu soruyu sorarken
zahmet edip etraflarında bulunan varlıklara bir göz
gezdirseler, sorularının cevabını alacaklardır.
Meselâ, güneş insanlara ışık vermekle beraber,
insanlardan karşılık olarak ne beklemektedir? Küre-i
Arz, insanları sırtında gezdirmekle onlardan nasıl
bir yardım ümid etmektedir? Veya limon ağacı, kendisinin
hiç ihtiyacı olmadığı halde C vitaminiyle yüklü
limonları verirken, bir lütfun karşılığında
insanlardan neyi istemektedir. Misaller çoğaltılabilir.
İşte insanlardan alt
seviyede bulunan mahlûkat dahi insanın hiçbir şey'ine muhtaç
değilken, bil'akis insan onlara muhtaç iken, bir insan hangi akılla
Hâlik-ı küll-i şey hakkında yukarıdaki soruyu
sorabiliyor?
Bir doktor lütuf ve merhametiyle
fakir kimseleri bedava tedâvi etse, "Bu doktorun ne ihtiyacı
var ki böyle yapıyor?" denilmez; denilse dîvanece bir soru
olur. Zira doktor, zaten ihtiyacı olmadığı için sırf
merhametinden bu lütfu yapıyor.
Veya bir doktorun, verdiği ilâçları
içmesi hususunda yaptığı ısrarı gören bir
hasta, "Doktorun ne ihtiyacı var ki bu ilâcı bana zorla
içiriyor?" şeklinde bir soru soramaz.
İşte Allahü Teâlâ da
bu kâinatı lütfuyla bize hizmetkâr yaptığı gibi,
itâat ve ibâdeti de yine lütfuyla bizlere emrediyor, ta ki onlar ile
ebedî saâdete mazhar olalım. Bu hakikatı bir misalle izah
etmeye çalışalım:
Ana rahmindeki bir çocuğu
şuurlu farzediniz. O çocuk, gözüyle, o âlemde bir şey göremediği
için, "Yahu şu gözler bana niçin takılmış?"
diye itirazda bulunacaktır. Ona "Bu gözler sana başka
bir âlemde lâzım olacak, o âleme gittiğin zaman bu gözler
sâyesinde yerlerde ve göklerdeki hârika san'atları temâşâ
edeceksin", denilse, "Ben görmediğim şey'e
inanmam" diye bu hakikatın karşısına çıkacaktır.
Daha sonra itirazlarına devamla, burnunun neye yaradığını
ve ne için yüzünde kalabalık ettiğini soracak ve kendisine
bu âletle başka bir âlemde güzel kokular alacağı söylendiğinde
bu hakikati de inkâra gidecektir. Aynı şekilde,
kollarının kalabalık ettiğinden, ayaklarının
lüzumsuzluğundan bahisle sadece göbeğinden beslenmesine
nazar edecek, ağzını dahi lüzumsuz bulacaktır.
İşte Rahîm-i Zü'l-Cemâl
ana rahminde rahmetiyle bizim elimizden tutmuş, bizi kendi
fikrimizle başbaşa bırakmamış ve bu dünyada lâzım
olacak bütün cihazatı takarak bizleri bu dünyaya göndermiştir.
İşte, O Hakîm-i Zü'l-Cemâl
bu dünyada bizi bir imtihana tâbi tutmuş ve bu âlemden sonra
gideceğimiz âhiret âleminden hakkıyla istifade edebilmek için
nasıl hareket etmemiz icâbettiğini Nebiyy-i Zîşan (asm)
ve Kur'an-ı Kerîm'iyle bizlere bildirmiştir.
Bu imtihanda, ana rahmindeki
bahsettiğimiz çocuğun düştüğü aptallığa
düşmeyip; namaz, oruç, hacc, zekât gibi ibâdetlerin ve diğer
emir ve nehiylerin niçin yapıldığını sormadan
onlara harfiyyen riayet ettiğimizde, âhirette bu ibâdetlerimizden
ebediyyen istifâde edeceğiz. Aksi halde, bu dünyaya gözsüz,
elsiz, ayaksız, ağızsız ve kulaksız ilh...
gelen bir çocuk gibi, âhirete gittiğimizde, Cennet'te bize hayat
hakkı tanınmayacağı muhakkaktır.
Kaldı ki, her emrin terkiyle
bir günah ve nehiy işlendiğinden, bu dünyadan tâatsiz ve ibâdetsiz
göçen kimse, âhirete eli boş gitmek yerine, torbasına nice
isyanlar ve günahlar doldurarak gitmektedir. Böyle bir yolculuk ise,
ancak Cehennem'de son bulur.
O halde akıllı bir insanın
yapacağı şey, buraya kadar olan seyahatini, Rabb-i Rahîm'in
lütfuyla sürdürdüğünü nazara alıp, ölümden sonraki
seyahatinde de lütuflarla karşılaşmak için O Zât-ı
Zülcelâl'in emirlerine harfiyyen riayet ve nehiylerinden âzamî
hassasiyetle kaçınmak olacaktır.
Cenâb-ı Hakk'ın, insanın
ibâdetine hiçbir ihtiyacı olmadığı gibi; onun
isyanından da (hâşâ) bir zarar görmemektedir. Her iki halde
de sadece insanın fayda ve zararı söz konusudur.
(Mehmed Kırkıncı,
Hikmet Pırıltıları)
|