Mekke'de iken Müslümanlar ibâdetlerini
gizlice yapıyorlar, namazlarını kimsenin göremiyeceği
yerlerde kılıyorlardı. Dolayısıyla orada, Müslümanları
namaza açıktan dâvet gibi bir mes'ele düşünülemezdi.
Ancak Medine'ye hicretten sonra,
manzara tamamen değişmişti. Dinî serbestiyet vardı.
Müslümanlar rahatlıkla ibâdetlerini îfa ediyorlardı. Din
ve vicdanları baskı altında bulunmuyordu. Müşriklerin
zulüm, eziyet ve işkenceleri de söz konusu değildi.
Mescid-i Nebevî inşa edilmişti,
fakat Müslümanları namaz vakitlerinde bir araya toplayacak bir dâvet
şekli henüz tesbit edilmemişti. Müslümanların bir kısmı
mescide erken gelip vaktin girmesini bekliyorlar, bu yüzden de işlerinden
geri kalıyorlardı. Bir kısmı da geç kalarak namaza
yetişemiyorlar, bu halden esefleniyorladı.
Resûl-i Ekrem bir gün Ashâbını
toplayarak kendileriyle nasıl bir dâvet şekli tesbit etmeleri
gerektiği hususunu istişare etti. Sahâbîlerden bâzıları,
Hıristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını,
diğer bir kısmı Yahudîler gibi boru öttürülmesini,
bir kısmı da Mecusîlerinki gibi namaz vakitlerinde ateş
yakılmasını teklif etti. Peygamber Efendimiz bu
tekliflerin hiçbirini beğenmedi.
O sırada Hazret-i Ömer söz
aldı ve:
- Ya Resûlâllah! Halkı
namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?"
dedi.
Resûl-i Ekrem o anda Hz. Ömer'in
teklifini uygun gördü ve Hazret-i Bilâl'e:
- Kalk ya Bilâl, namaz için
seslen," diye emir verdi.
Bunun üzerine Hz. Bilâl bir müddet
Medine sokaklarında:
- Es-Salâh, es-Salâh (Buyrun
namaza, buyrun namaza)" diye seslenerek Müslümanları namaza
çağırmaya başladı. Fakat bu şekil de yeterli
değildi.
Aradan fazla bir zaman geçmeden,
Ashabdan Abdullah bin Zeyd bir rü'ya gördü. Rü'yasında bugünkü
ezan şekli kendisine öğretiliyordu. Kendisi şöyle anlatır:
"Uyku ile uyanıklık
arasında bana biri geldi. Üzerinde 2 yeşil elbise vardı.
Bir duvar parçası üzerine çıktı. Elinde bir nâkus (çan)
vardı. "Bunu bana satar mısın?" dedim. "Ne
yapacaksın?" dedi. "Namazımızı vaktinde çalarız"
dedim.
-Ben sana daha hayırlısını
öğretsem olmaz mı? dedi.
- Hayhay olur, dedim. Kıbleye
karşı durdu ve Allahu Ekber, Allahu Ekber... diye başlıyarak
ezanı tamamen okudu. Ve sonra biraz durarak ezan kelimelerini bir
daha okuyup sonuna doğru 2 kere de kad kâmeti's-salâh dedi, yani
ikâmet getirdi."
Hz. Abdullah sabaha çıkar çıkmaz
sevinç içinde gelip bu rü'yâsını Peygamber Efendimize
anlattı. Resûl-i Ekrem:
- İnşâalah bu sâdık
bir rü'yâdır," buyurarak, bu dâvet şeklini tasvip
etti.
Hz. Abdullah, Resûl-i Ekrem'in
emriyle rü'yâsında gördüğü ezan şeklini Hz. Bilâl'e
öğretti. Hz. Bilâl yüksek ve gür sadasiyle Medine ufuklarını
ezan sesleriyle çınlatmaya başladı.
Medine ufuklarının ezan
sesleri ile çınladığını duyan Hz. Ömer
heyecan içinde evinden çıkarak Resûl-i Ekrem'in huzuruna vardı.
Durumu öğrenince,
- Ya Resûlâllah! Seni hak din ile
gönderen Allah'a yemîn ederim ki, Abdullah'ın gördüğünün
aynısını ben de görmüştüm" dedi.
Peygamberimiz iki kişinin aynı
şey'i görmesinden dolayı Allah'a hamd etti. O gece ashaptan 7
zâtın daha aynı rü'yayı görmüş oldukları
rivâyet olunmuştur. Ezan, Peygamberin emriyle meşrûlaşmış
oldu.
İslâm'ın ne derece fıtrî
ve nezih bir din olduğunu, bu dâvet şeklinin tesbitinden de
anlamak mümkündür. Ruhsuz, mânâsız, heyecansız ve tatsız
çan çalmak, boru öttürmek veya ateş yakmak nerede? Yeryüzünde
ulvî tevhid hakikatını ilân eden, Resûl-i Ekrem'in
Peygamberliğini haykıran ve dolayısıyla îman
esaslarının tamamını halka duyuran mâna ve kudsiyet
dolu "Ezan" şekli nerede?
|