"İstanbul'u yenileştiren
ve yerlilerini şaşırtan istilâların en gizlisi ve
te'sirlisi, yabancı saatlerin hayatımıza girişi
oldu. "Saat"dan kasdımız, zamanı ölçen âlet
değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız,
düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden,
ırktan ve an'aneden hayat alan bir zevkımız olduğu
gibi, bu hayat üslûbuna göre de "saatlerimiz ve "gün"lerimiz
vardı. Müslüman gününün başlangıcını,
şafağın parıltıları ve sonunu akşamın
ışıkları tayin ederdi. Madenden eski kapaklar altında
saklı tutulan eski mâsum saatlerin yelkovanları, yorgun böcek
ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle
az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler
ve sahiplerini zamandan, aşağı yukarı bir doğrulukla
haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler, orada açan, kâh sağa,
kâh sola meyleden, güneşten rengârenk çiçeklerdi.
Yabancı saat alışkanlığından
evvel, bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla
simsiyah olan ve sırtı, vakitlerin kırmızı, sarı
ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar hâlinde,
bir gece yarısından diğer bir gece yarısına
kadar uzanan yirmi dört saatlik "gün" tanınmazdı.
Işıkta başlayıp ışıkta biten, oniki
saatlik kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı.
Müslümanın mes'ud olduğu
günler, işte bu günlerdi. Şerefli günlerin vak'alarını
bu saatlerle ölçtüler. Gerçi astronomi hesaplarına göre bu
saat iptidaî ve hatâlı bir saatti. Fakat bu saat, hâtıraların
kudsî saatiydi.
Alafranga saatin âdetlerimiz ve işlerimizde
kabûlü ve alaturka saatin geri safa düşüp camilere, türbelere
ve muvakkıthanelere bırakılmış battal bir
"eski saat" hâline gelişi, hayata bakış tarzımız
üzerinde korkunç bir te'sire sâhip olmamış değildir.
Giden saatler babalarımızın
öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz,
kervanların hareket ettiği ve orduların düşman
şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda
serbest bırakan, geniş, kayıdsız dostlardır.
Gelen yabancılar ise, hayatımızı bozup, onu meçhul
bir düstûra göre yeniden tanzim ettiler. Ve ruhlarımız için
çok tanınmaz bir hâle getirdiler.
* * *
Yeni "ölçü" bir
zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst
ederek, eski "gün"ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi
gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık
renkte bir yeni "gün" meydana getirdi.
Bu, Müslümanın eski mes'ud günü
değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları
ve kâtilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla
çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük
medeniyetlerin acı ve sonu gelmez günüydü. Unutulan eski saatler
içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat, akşamın
onikisidir. Artık "on iki" solgun yeşil sema altında,
ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap
ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kapandığı,
ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu
ve yarasaların mahzenlerinden çıkıp uçuştuğu
o te'sirli ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden
koparak, kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının
karanlığında mevcud olmayan bir zaman bildiren bu saat,
şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir
noktadır.
Yeni saat, Müslüman akşamının
hüzünlü ve şa'şaalı dakikasını dağıttığı
gibi, yirmi dört saatlik yabancı "gün"ün getirdiği
geçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı. Başka
memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve
getirenlerin ahmak gözleriyle, ızdırap çekenlerin şişkin
kapaklar içinde bakan kırmızı ve perişan gözleri
tanır. Bu zavallılar için fecrin pırıltıları,
yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmiğini
aydınlatan bir ışıktır. Halbuki fecrin saati, Müslüman
için, rü'yâsız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibâdet, neş'e
ve ümîdin başlangıcıdır.
Müslüman yüzü, kuş sesleri
ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellîlerindendir.
Kubbe ve minareleri o alaca saatta görmemiş olan gözler, taşa
en İlâhî mânâyı veren o akılları hayrette bırakan
mimarîyi anlamış değillerdir.
Esmer camiler, fecirden itibaren
semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm
ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır.
Bütün mâbedler içinde, güneşten ilk ışık alan
camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için
havalarda yükselir.
Şimdi heyhat! Eski
"saat"le beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız
için fecir artık gecedir. Ve bir çoklarımızı güneş,
yeni ve acaip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız
çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış,
kıvranırken buluyor.
Artık geç uyanıyoruz.
Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde
çömelmiş, kin, arzu, hırs ve hased sürülerinin bizi ateş
saçan gözlerle beklediğini biliyoruz.
Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki
dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman
evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim
için gece olan saatleri gündüz, gündüz olan saatleri gece renginde
gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi, biz şimdi
zaman içinde kaybolmuş kimseleriz."
(Ahmed Hâşim)
|